Can eriğinin canı

Can eriğinin canı

Ağacından kopardığımız bir can eriğinin Allah’ın tabiat sofrasından bize bir ikram olarak sunulduğu aklımıza geliyor mu? Az ilerideki gelincikler de güzellikleriyle bizi mest etmek için oradalar. Yağmur çiselerken düşünüyor muyuz hiç, bütün o su damlaları tabiat bahçesinde bin bir türlü nebat hayat bulsun, toprak suya kansın diye düşmüyor mu gökyüzünden yeryüzüne. Sonra güneş açınca niçin çıkıp bulutların arasından aydınlatıyor kırları, hayatın en güzel renklerini görebilelim diye bir uçtan bir uca. Meyveleri olgunlaştıran, tatlandıran da güneş değil mi? Arılar biz yiyebilelim diye bal için çiçekten çiçeğe uçuşurken, tabiatın sürekliliğini sağlayacak tohumları da taşımıyorlar mı oradan oraya? Müthiş bir faaliyet var tabiatta, sonsuz ayrıntılarda birbirini bozmadan, uyumunu yitirmeden saat gibi işleyen muazzam bir düzen... Biz artık pek ilgilenmiyoruz ama o ilahi makine orada hep tıkır tıkır çalışıyor. Her şey olması gerektiği gibi... Ne bir eksiği var ne bir fazlası... Ne bakım gerekiyor ne tamire ihtiyaç var. Bu denge ve uyum içinde bir tek insan arıza potansiyeli taşıyor, nefsi yüzünden. Eğer tabiatta bir şeyler yolunda gitmiyorsa, bu insanın kendi eksikliğinin ve kusurlarının farkında olmadan o düzene muhterisçe müdahil olduğu için oluyor. Bu durumda, tabiatla uyumlu olmadan hayatımızın tam bir ahenge kavuşması elbette mümkün olmuyor.

Seyyid Hüseyin Nasr, ‘İnsan ve Tabiat’ kitabında her geçen gün hatırlamakta biraz daha fazla güçlük çektiğimiz bir hakikate işaret ediyor: ‘Tabiatla insan arasındaki barış ve uyum gerçekleşmedikçe insanlar arasında barışın sağlanması imkansızdır. Tabiatla barış ve uyum içinde olmak da Göklerle ve nihayet her şeyin kaynağıyla uyum içinde olmaya bağlıdır. Rabb’la barışık olan O’nun yarattıklarıyla da barışıktır... Tabiatla da barışıktır... İnsanla da barışıktır...”

Barışmak için tabiatın bu muazzam düzeninin, bu düzen içindeki her ayrıntının farkına varmak, bu mucizevi evrenin seyrine dalmak, bu idraki hayret makamında yaşamak durumundayız. Öyle olabilirsek, tabiatın bizimle konuşmaya başladığına da mutlaka şahit olacağız. Can eriğinin canı bizimle konuşacak. Ağaçların dalları saçlarımızı okşayacak. Dereler en güzel şarkılarını söyleyecek biz yanından geçerken. Kelebekler en inanılmaz gösterilerini sunacak. Nereden biliyorum? Çok belgesel izledim. Tabiatın farkına varmak için belgesellere muhtaç bir insanlığın ferdiyim nihayetinde ben de. Olsun, zararı yok, farkına varmak, buna neyin vesile olduğuna bakılmaksızın çok değerli bir şey... Yapalım bunu; yüzümüzü tabiata dönelim, sesine kulak verelim, renklerini seyre dalalım, ayrıntılarına dikkat kesilelim. Her şeyin ve herkesin bir parçası olduğu, bütün parçaların içinde mecz olduğu, bir olduğu kusursuz hakikatin içinde kaybolalım. Kaybolalım ki kendimizi bulabilelim.

“Kime teşekkür etmeli diye soruyorum bazen kendime. Su ruhum sessiz kalıyor. O zaman ben de bal arısına teşekkür ediyorum. Onu barındıran ağaca teşekkür ediyorum. Ağaca ayağını yere bastıran toprağa teşekkür ediyorum. Hem de bunu zorluklarla yapıyor; çünkü ağaç baş aşağı büyüyor. Ağaç su içebilsin, yapraklarını ve çiçeklerini büyütebilsin diye, ağacın ta köklerine kadar inen yağmura teşekkür ediyorum” diye yazmış Wilma Stockenström, ‘Boabab Ağacına Yolculuk’ kitabında.

“Sen gafletinde inat ettin diye” dedi meczup, “hakikat sana küstü mü sanıyorsun!”

Yazar: Gökhan Özcan