1991’de Irak’ı işgal ettiklerinde İslam coğrafyasına yönelik bütünlüklü bir yaklaşıma sahip olup olmadıkları konusunda elimizde sağlam veriler yok fakat yeni bir düşmana ihtiyaç duyduklarını itiraf etmişlerdi. Soğuk Savaş döneminde kurulan düzen sona ermiş, Doğu Bloku çökmüş, Batı yeni bir düşman arıyordu. Bu yöndeki ifadeler uluorta serdediliyordu. Bu yeni işgalin tetiklediği bir olay ise İslam coğrafyası açısından son derece zorlu döneme işaret ediyordu. 1991’in sonlarına doğru FETÖ elebaşı bir cami minberinden İsrailli çocuklar için sabahlara kadar ağladığını ilan etti. Biz ise aynı dönemde FETÖ elebaşının Yahudi sermayesine göz kırptığına hükmettik. Sonraki yıllarda bu yöndeki düşüncemiz hiç değişmedi. İslam coğrafyası yeni bir işgal dönemi yaşarken içeriden bazı gruplar, “şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit ediyordu”.
91’de başlayan yeni işgalin Filistin meselesiyle doğrudan irtibatlı olduğunu görebiliyorduk. Birinci İntifada neredeyse bütün dünyada yankı uyandırmıştı. Filistinliler teslim olmayacaktı. 1948’den itibaren Siyonist İsrail’i bir kolonyal proje olarak genişletmekle meşgul olan ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgal etmesi hayra alamet değildi. FETÖ elebaşının “İsrailli çocuklar için sabahlara kadar ağlaması” da sıradan bir olay değildi. Bu meşum hadise neredeyse bütün İslam coğrafyasının Filistin davası ekseninde ikiye bölüneceğinin göstergesiydi. Bir taraf İngiltere-ABD müstemlekesi olduğu için İsrail’in yayılmacı politikaları karşısında ya sessiz kalıyor ya da doğrudan İsrail taraftarı olarak öne çıkıyordu. Daha net bir tanımlama ile müstemlekecilik taraftarları ile karşıtlarının safları birbirinden bütünüyle ayrışıyordu. Bu ayrışmanın 1991’de başlamadığının altını özellikle çizmek isterim.
28 Şubat Sürecini Irak’ın işgaliyle başlayan yeni dönem içinde değerlendirmek gerekir. Cezayir’den Kafkaslara ve oradan da Balkanlara kadar uzanan bir alanda çok büyük olaylar yaşanıyor fakat içeride İsrail taraftarları İslamcı hareketler üzerinde büyük bir baskı uyguluyordu. O zaman da bugün olduğu gibi sol, laik ve Batıcı çevreler “yeşil kuşak” gibi kavramları genelleştirerek müstemleke karşıtlığı ile yeniden şekillenmekte olan hareketleri töhmet altında bırakıyordu. Hâlbuki FETÖ elebaşı açıkça ABD ve İngiltere güdümünde hareket ederken İslamcılara karşı aktif olarak sahada görev yapıyordu. FETÖ’cüler ABD’nin güçlü olduğu bölgelerde küreselleşti. Bunlar açıkça ABD ve İngiltere’nin himayesine girmiş, yeni bir “protectorate rejimi” yaratmak istiyordu. Manda, protectorate ve müstemleke rejimleri bazı nitelikleri itibarıyla birbirinden ayrılır. Bu farklar birbirini besleyen üç ayrı zihniyet biçimine tekabül eder. Bu zihniyet biçimlerini temsil edenler Filistinlilerin topraklarından kovulması gerektiği hususunda da ya sessiz kalıyor ya da birleşiyordu.
İslam coğrafyasını işgal ve istila edenler Anglosaksonlar öncülüğünde bir araya gelseler de içeride kısır tartışmalar hüküm sürmüştür. Filistin davasıyla ilgili umutsuzluk da bu kısır ve sığ tartışmalarla bağlantılıydı. Uzun süren bu dönem boyunca birçok kişi Filistinlileri suçlamış, onların mücadele yöntemlerini dinî kavramlarla eleştiri konusu yapmıştı. İsrail’in 27 Aralık 2007’de başlayıp 18 Ocak 2009’a kadar devam eden vahşi saldırılarından sonra Sayın Erdoğan “one minute” diyerek bir çıkış yapmış ve bugüne kadar devam eden yeni bir dönemin kapılarını aralamıştır. Şahsen bu çıkışı o dönemde ABD ve İngiltere hegemonyasına karşı yeni bir mücadelenin başlamasına yordum. FETÖ’cülerin Erdoğan düşmanlığını açıkça göstermeleri de anlamlıydı. Zaten Mavi Marmara olayından sonra FETÖ elebaşı İsrail’i kendisinden izin alınması gereken otorite olarak tarif etti. Onun, ABD ve İngiltere adına konuştuğunu anlamak zor değildi.
Filistin eksenli hadiseleri uzun bir liste hâlinde sıralamak mümkündür fakat bunların hepsini ayrı ayrı saymaya imkân yok. Yıllar önce olduğu gibi laik, sol ve Batıcı çevrelerin FETÖ’cülerle ve benzer muhafazakâr gruplarla açıkça işbirliğine gittikleri hâlde Filistin davasına gönül verenleri suçlaması önemli bir hadisedir. Daha düne kadar Filistin davasını desteklediği için Erdoğan’ı suçluyorlardı. Bugün ise aynı Erdoğan’ın ABD ve İngiltere doğrultusunda hareket ettiği iftirası ile meydanları inletiyorlar. Bir dönem sonra her iki iftiraya aynı anda inanıyorlar. Bu, sağlıklı bir ruh hâline işaret etmez. “Hicret” kavramı etrafında oluşan gündemi aynı anda içselleştirmeleri de bunu gösteriyor.
“Şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler” cümlesini bağlamı içerisinde çok iyi tartışmak gerekiyor.
Yazar: Selçuk Türkyılmaz