Târih mutlakların dünyâsı değil. Diyalektiğin söyleyip gösterdiği üzere, târihte kazananlar ve kaybedenler ne mutlak olarak kazanmış, ne de kaybetmiştir. Bunu, târihi kısa soluklu zamanlar üzerinden (dönemsel) belirli kesitler üzerinden dondurarak değil, akışı dikkate alarak görebiliriz. Kazananlar kaybederek kazanmış, kaybedenler ise kazanarak kaybetmiştir. Meseleyi anlayabilmek için bir misâle bakalım. Birleşik Krallık, kâğıt üzerinde I. Umûmî Harbin kazanan, rakibi Almanya’yı dize getiren tarafıdır. Bu, işin tabloya yansıyan kısmı. 1918’de yâni savaşın nihâyetinde Birleşik Krallık’ın hâli, nedense pek konuşulmaz. Çünkü o târihte Birleşik Krallık’ın hâli hâl değildir. Ekonomik ve beşerî meseleler ve kayıplar zirve yapmıştır. Almanya ise 1918’de kâğıt üzerinde kaybetmiş; buna mukâbil, çok değil sâdece 15-20 sene zarfında dünyânın en büyük ekonomik ve askerî gücü olarak yeniden yükselmiştir. II. Umûmî Harp arifesinde bir evvelki savaşın gâlibi olan Birleşik Krallık’ın Almanya ile mukayese edilemez ölçekte zayıf olduğu hemen anlaşılır. Misâlleri çoğaltabiliriz.
Yukarıdaki hatırlatmayı günümüz dünyâsını da tartmak ve değerlendirmek için yapmaya gayret ettim. Artık herkes biliyor ki II. Umûmî Harp nihâyetinde ABD merkezli kurulan, içine Avrupa’yı da alan Batı merkezli sistem çöküyor. Herkes, başta Çin ve Hindistan olmak üzere Asya merkezli yeni bir dünyânın kurulmakta olduğunu görüyor. Şimdi dikkat edelim. Burada ne Doğu’nun yükselişini ne de Batı’nın çöküşünü mutlak olarak değerlendirmemek icâp eder. Bunu mutlak değerlendirmek, Batı-Doğu kavramları etrâfında şekillenen keskin bir jeokültürel ayırımın zihnimizde kök salmış olmasından kaynaklanıyor. Batı’nın hâkimiyetinin sermâye birikiminin ve dolaşımının bugüne kadar hep, dinî ve kültürel olarak Hristiyanlığın ortak payda olduğu jeokültürel bir çevrede; Batı’da yaşanmış olması zihnimizi bulandırıyor. Batı kavramını hep mutlak görüyoruz; tıpkı Doğu kavramını gördüğümüz gibi. Yeni sermâye hareketlerinin Asya’da yoğunlaşmasını büyük bir heyecanla karşılamamızın bir sebebi de bu. Rusya ve Çin ile târihsel tecrübelerimiz hiç hoş olmasa da bunu yapmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Osmanlı-Rus savaşlarının acı hâtıraları, Moskof korkumuz devâm ediyor. Rusların esir ettikleri Türk kardeşlerimize revâ gördüğü eziyetleri unutmuyoruz. Ama, meselâ Soğuk Savaş devrinde olduğu gibi bunlar yüzeyde seyretmiyor. Onu zihnimizin derinliklerine itiyoruz. Bu durumu Sovyetler’in yıkılışına ve Türk halklarının bağımsızlaşmasına yoranlar çok da haksız sayılmaz. Son yarım asırda Türk-Rus ilişkilerinin, turizm, ticâret ve yatırımlar üzerinden yoğunlaşmasının, Türkiye’de hatırı sayılır bir Rus nüfûsun yerleşmesinin, Türklerle Ruslar arasındaki evliliklerin hayret verici rakamlara ulaşmasının bu algı değişimine hizmet ettiği de düşünülebilir. Ama kanaatimce bunlar hızlandırıcı faktörler. Esas belirleyici olanın Türklerin zihniyet dünyâsında serbest radikal olarak dolaşan derin bir Doğululuk ve Asyalılık hissidir. Çin için de manzara farklı görünmüyor. Vakt-i zamânında Orta Asya’da Çin’in Türklere karşı çevirdiği “sinsi”, bizi arkadan vuran “hâin” siyâsetlerini 12 Eylül siyah-beyaz TV’sinde üçüncü sınıf dramalarla anlatan rahmetli Âgâh Hün’ün teatral sesinin eski nesillerin kulaklarında yankılandığından eminim. Ama artık eskisi kadar, diğerleri sesleri bastıran bir toklukta değil. Doğu Türkistan meselesi Türkleri sızlatmaya devâm etse de Çin-ABD rekâbetinde Çin’in attığı gollere için için sevinmekten geri kalmıyoruz. Batı kaybettikçe, Doğu kazandıkça içimizde esriksi tuhaf duygular dolaşıyor.
Âidiyet duygularımız hâlâ çok mahallî seviyelerde devâm etse de kimlik duygularımız Türklük ve Müslümanlık ekseninde yoğunlaşıyor. Bu eksenlerde, günlük hayâtta ortaya çıkan dip dalgaların siyâsal kültüre vurduğu çok sayıda kümelenmenin yaşandığını görüyoruz. Kimilerimiz Türklüğünü Müslümanlıktan kesin olarak ayrıştırıyor. Bunlar iki alt tipe ayrılıyor. Bir grup Türkleşmeyi Batılılaşmayla birleştiriyor. Onlara Batıcı Türkler diyebilirsiniz. Türk merkez solu olarak bilinen bir zeminde, onun partilerinde soluk alıp veriyorlar. Daha küçük bir grup ise Türklüğünü Asyagil bir zemine yerleştiriyor. Son zamanlara kadar küçük gruplar arasında varlık gösteriyorlardı. Bugünlerde ise Z kuşağı arasında, bilhassa yabancı düşmanı hislerin kabarmasına paralel olarak dikkate alınması gereken bir yapılaşma gösterdiklerini düşünüyorum. Onlara Kavmiyetçi Türkçüler diyorum. İkinci küme ise radikallerden meydana geliyor ve Müslümanlığını Türklüğünden kesin olarak ayrıştırıyor. Bu Ortodoks kümenin son zamanlarda radikal Ehl-i Sünnet çevreleri ile Selefîler arasında bölündüğünü müşâhede ediyorum. Üçüncü ve ana akım küme ise Türk ve Müslümanlık bağını kuranlar. Bunların da kabaca üç alt kümeye ayrıldığını düşünüyorum. İlki Müslümanlığını, Ortodoksi tartışmalarının dışında tutan bir çevre bu. Ortopraksi tartışmalarından da haz ettikleri söylenemez. Müslümanlığını devâm ettiren ama mümkün mertebe gevşek tutan ve Türklüğünün dozajını arttıran bir kesim bu. Yer yer merkez sola da kayabilen, ama sahici angajmanı merkez sağ olan bir taban tam da buraya isâbet ediyor. Buna yakın duran diğer alt küme, Müslümanlığını diğerleri gevşetmeyen ama Türklüğünü ona galebe çaldıranlardan oluşuyor. Müslümanlıklarını Türklüklerinin çimentosu olarak görüyorlar. Onlara Türkçü-Müslümanlar diyorum. Onları, küreselleşme tecrübesinde Müslüman olmayan Türklere rast geldiğinde tuhaf, şaşkın ve biraz da ne yapacağını bilemeyen, belki de biraz mahcup bir fotoğraf verenlerden tanıyabilirsiniz. Nihâyet hayli büyük bir tabana sâhip olan, ortodoksi tartışmalarına mesâfeli durmayı tercih eden, buna mukâbil ortopraksi tarafı hayli kuvvetli olan ve mûtedil Ehl-i Sünnet çizgisini temsil eden bir taban bu. Yer yer açılımcı olabilen ve bunu pragmatizme de taşıyabilen çok kalabalık bir kesim bu. Onların Türklük ve Müslümanlık bağını baş başa getiren ve her ikisini de dönüşümlü kullanabilen nitelikleri olduğunu düşünüyorum.
Kimlikler dünyâsı kaçınılmaz olarak bağlılık doğuruyor. Doğululuk ise bir kimlik değil. Daha çok bir sendrom. İşâret etmeye çalıştığım üzere, yukarıda kabaca ele almaya gayret ettiğim üzere kimlikler dünyâmızın her bir tarafına şu veyâ bu ölçüde sirâyet ediyor. Bu sendromu, Batı’ya rağmen Batıcılık gibi çok tuhaf bir ilkesi olan; zihnindeki değil, pratikte karşılaştığı Batı’dan sukut-i hayâle uğramış en Batıcı Türkçünün serzenişlerinde, şikâyetlerinde ve yer yer çok sertleşebilecek tepkilerinden başlayarak her kesimde görebilirsiniz. British Museum’dan kaçırılmış eserleri talep eden dikkatli bakıldığında, Halikarnas Balıkçısı’nın Anadoluculuğu, ne kadar da Doğululuk kokan bir Batıcılıktır. Doğululuğumuz meselesi, eğer erbâbının eline düşerse ne kadar parlak bir doktora tezi olur, değil mi? …
Yazar: Süleyman Seyfi Öğün