Son dakika

Sevgi nereden gelir?

İnsanları birbirine doğru yaklaştıran çekim gücünün etkisini yitirmeye başladığını düşünen herhalde bir tek ben değilim. Görünen köyün aşikar manzarası haline geldi bu. Etrafınıza baktığınızda herkesin birbiriyle sözlü dalaşlara girdiği, itişip kakıştığı, asıp kestiği bir dünyada yaşadığı hissine kapılıyor insan. Bir başkasını sevebilme kabiliyetimizi yavaş yavaş yitiriyoruz sanki. Sevebilmek için değil, mahkum etmek, nefret etmek, ipliğini pazara çıkarmak için temastayız sanki insanlarla. Kapılara kırmızı boyayla çarpı işareti atan infazcılar gibiyiz, yıkım için, kırım için çalışıyoruz sanki. Biz kıymeti anlaşılmayan iyilermişiz ve etrafımızı hep kötüler sarmış gibi davranıyoruz. Bu kadar kötüyle, kötülükle kaplı bir dünyada sevginin insanı korunmasız bırakan, zaafa uğratan bir şey olduğuna inandırmışlar sanki içten içe hepimizi. Belki de sevilmediğimiz, sevilmeyi hissedemediğimiz için bu kadar katı, bu kadar tepkisel ve fevri davranıyoruz. Sevilmemek, sevememeyi getiriyor belki de beraberinde. Giderek daha yaralayıcı, daha sert, daha anlayışsız insanlar olmamızın derinliklerinde bu sevgisizlik yatıyor belki de.

Sevme kabiliyeti insan olmanın, insan kalmanın çok temel bir şartı aslında. Sevgi duygulardan bir duygu değil; insanı kozmik anlamı ile irtibatlı kılan şey... Sevmeden yaşayanların, hayatı anlamayı, insan olmayı, başka insanlarla doğru ilişkiler kurarak olgunlaşmayı becerebilmesi mümkün değil... İnsanın tabiatı böyle, insan olmak bunu gerektiriyor. Sevemiyorsak gerçek insandan, insanın varlığında taşıması gereken anlamdan, irtibatlı olması gereken hakikatten uzaklaşıyoruz. Birbirimizi anlayamaz, dolayısıyla da sevemez hale geliyoruz.

“Bir başka insanı, kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. Sevmediği sürece hiç kimse, bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz” diyor Viktor E. Frankl, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ kitabında.

Sevgi inançla doğrudan ilgili bir şey... Bugün esas ve anlamlarından uzaklaştırılmış kör inançların insanları birbirine düşürür, kırar döker hale getirmesi de sevginin bu denklemden çıkarılmış olması ile ilgili aslında. Kendi hakikatiyle barışık yaşayanların, pür ahenk yaratılmış bir alemde, mutlaka hikmetli bir sebeple yaratılmış olan herhangi bir başka şeyle çatışık yaşaması mümkün olabilir mi? Cennete kendinden başka hiç kimseyi sokmamak için ihtirasla kavgaya tutuşanların rahmani bir iklimin havasını soluduğundan, yaratılanı yaratandan ötürü sevebildiğinden söz edilebilir mi? “Burada benden başkasına yer yok!” zihniyetiyle gün süren, ömür tüketen, racon kesen bir zihniyetin varlığın hakikatinden zerre miktarı nasibdar olduğu söylenebilir mi?

Viktor E. Frankl’ın aynı kitabından bir alıntıyla devam edelim: “Artık çok iyi öğrendiğim tek bir şey biliyordum: Sevgi fiziksel bir varlık olarak, sevilen kişiden çok daha öteye gidiyordu. En derin anlamını tinsel varlıkta, iç benlikte buluyordu.”

Sevgi sadece iki insan ya da bir insanla diğer insanlar arasında yaşanan bir şey olduğuna inanıyoruz artık çoğumuz. Sevginin insanın kendi aslıyla, özüyle, tabiatıyla, hakikatiyle, varlığın aşkın hikmetiyle ve insanın yaratılış hikmetiyle arasındaki bağ olduğunu unuttuk büyük ölçüde. Bu bağı yaşatmadan, onun hakikatiyle irtibat kurmadan ne kendini ne başkalarını ne de alemdeki herhangi bir şeyi sevemez insan. Çünkü sevme kabiliyeti bu deruni hakikatin membaından akar ancak hayata, hayatımıza. Bizim artık avuçlarımıza doldurup yudumlamayı bıraktığımız ab-ı hayattır bu. İçimizin bu kadar kuruyup kalmasında, bu kadar çölleşmesinde şaşıracak bir şey var mı?

Yazar: Gökhan Özcan