Ahmet Mithat Efendi’nin hazin ölümü

Ahmet Mithat Efendi’nin hazin ölümü

Şimal Türklerinden Fatih Kerimi, “İstanbul Mektupları” isimli büyük bir ilgiyle okunan eserinde hem Balkan savaşlarını ve Rumeli faciasını hem de o yılların İstanbul’unu kasıp kavuran felaket rüzgârlarını olanca feci sahneleriyle gözler önüne seriyor. Aynı muhabir, devrin ünlü tarihçilerinin ve edebiyatçılarının yanı sıra bir takım gazetecilerini ve siyaset adamlarını da ziyaret edip kendileriyle röportajlar yapıyor.

Fatih Kerimi’nin eserinde yer verdiği ve ölümünü hüzün göz yaşlarıyla anlattığı Türk büyüklerinden biri de meşhur Ahmet Mithat Efendi’dir. “Ahmet Mithat Efendi Cenazesinde” başlıklı yazıda ifade edildiğine göre, Aralık ayının on altısında erkenden gazeteleri karıştırırken Sabah gazetesinde kısa bir haberle karşılaşıyor. “Ziyâ-ı Azim”, yani büyük kayıp başlıklı bu haberle Ahmet Mithat Efendi’nin vefat ettiği bildirilmektedir. Bu habere göre, kalem erbabının önde gelenlerinden A. Mithat Efendi, 15 Aralık’ta gece saat on bir buçukta, Darüşşafaka Lisesi’nde rahatsızlanarak âniden vefat etmiştir.

Bu haberi okuyan ve çok şaşıran Fatih Kerimi gözlerine inanamıyor. Derhal İkdam ve Tasvir-i Efkâr gibi diğer gazetelerin de aynı haberi küçük puntolarla ve kısa bir iki cümleyle verdiklerini görünce acısı ikiye katlanıyor.

Fatih Kerimi, karşılaştığı manzara karşısında duyduğu şaşkınlığı, yahu bu adam, Türkiye’nin Tolstoy’u yahut Murmusof’udur. Murmusof öldüğünde Rus gazeteleri günlerce yayın yaptılar, Ahmet Mithat’ın vefatını ise Türk gazeteleri arka sayfalarda bir iki cümleyle geçiştiriyorlar. Doğrusu bunu aklım almıyor, sözleriyle dile getiriyor.

Fatih Kerimi, Prof. Murmusof’un 14 Ekin 1910’da Moskova’da vuku bulan ölümünü şu cümlelerle ve biraz daha ayrıntılı olarak dile getiriyor. O gün, bu ölüm haberi bütün üniversitelere ve diğer okullara ulaştırılıyor. Moskova’daki bütün eğitim kurumlarında – duyulan matemden dolayı – derslere ara veriliyor. Gazeteler okuyucuları için özel ilaveler yayımlıyorlar ve bu ilavelerdeki yazılarla müteveffa için âyin yapılacağını, evinde taziye kabulüne başlanacağını, orada nöbet tutmak isteyen kişilerin adlarını yazdırabilecekleri ilan ediliyor. Tabutunun başında nöbet tutmak için adını yazdırmak isteyen talebe sayısı o kadar fazlaydı ki, hepsine sıra gelmesi mümkün değildi. Dolayısıyla önce davranıp adını yazdırmayı başaran talebeler kendilerini mutlu kabul ediyorlardı. Bununla beraber, tabutun başında bulunma şerefi talebelere nasip olmadı. Orada profesörler nöbetle durdular, talebeler ise tabutun bulunduğu evin bahçesinde ve girişinde nöbet tutmakla yetindiler,

Daha bitmedi. Murmusof’un cenazesini defnetmek için özel bir heyet oluşturuldu. Ertesi gün çıkan gazetelerde nereye defnedileceği, nerelerde dualar yapılacağı belirtildi. Yine gazetelerin ilk sayfaları matem alâmeti olarak siyah basıldı. İlk üç sayfanın tamamı, Murmusof’un hayat hikâyesine tahsis edildi. Diğer haberler sadece dördüncü sayfada verildi. Bu ölüm haberi bütün Rusya’da büyük yankı uyandırdı. Âyin düzenlemeyen şehir kalmadı. Büyük gazeteler, bir hafta boyunca bütün sayfalarını Murmusof’a ayırdılar.

Cenazenin hangi caddelerden geçirileceği ve defin törenine gelen heyetlerin nerelerde duracakları, kimler tarafından nutuklar söyleneceği, hepsi daha önceden kararlaştırılmıştı. Cenazeye katılanların sayısı on binden fazla olup bunların arasında pek çok müesseseler, cemiyetler, sınıf ve fırkaların vekilleri vardı. Onun ölümünden sonra okullar bir hafta matem tuttular. Hayat hikâyesini öğrenmek ve adını ebediyen yaşatmak için “Murmusof Cemiyeti” kurdular.

Ne garip değil mi? Bizde ise tarihe isimlerini altın harflerle yazdıran Türk büyüklerini okullarda anlatalım diye müracaatta bulununca Milli Eğitim yetkilileri ya sükutla cevap veriyorlar, veya kırk dereden su getiriyorlar.

Geçelim!

Fatih Kerimi, daha sonra sözü Ahmet Mithat Efendi’ye getirip âdeta içini döküyor. Söylediklerine kulak verelim:

Merhum, 16 Aralık’ta gece saat on buçukta, Darüşşafaka Lisesi’nde ders verirken ilim yolunda şehit oluyor. Ertesi gün saat üçte, vefat ettiğini telgrafla Beykoz’daki evine bildiriyorlar. Ve o gün, gündüz saat dörtte, iki üç yüz kişiyle sessiz, sedasız defnediyorlar. Bu cemaatin yarısı ise, Darüşşafaka’da okuyan yetim ve fakir talebelerden ibaretti. Gazeteler bu büyük âlimin vefat haberini sayfanın en altında beş altı satırlık bir yazıyla bildirdiler. Nerede ve nasıl defnedileceğini hiç kimse öğrenemedi.

Araya girip belirtme ihtiyacını duyuyorum. Ahmet Mithat Efendi’nin kabri, Fatih Camii haziresinin girişinde, sağdadır. Ailesi Beykoz’a defnedilmesini istediği halde Darüşşafaka’nın gözleri yaşlı, gönülleri yaslı, talebeleri bunu asla kabul etmediler. O bizim sadece hocamız değil, aynı zamanda şefkat timsali babamızdı diyerek Fatih’in türbesinin hemen yanı başına defnedilmesini sağladılar. Allah rahmet etsin.

Fatih Kerimi, yazısını şu can alıcı sözlerle bitiriyor:

“Mithat, Türk oğlu Türk, Müslüman oğlu Müslümandı. Hiç durmadan milletine elli yıl hizmet etti. Onu Avrupalılar da tanıyorlar. Mithat, hiç durmaksızın çalıştı. Eser üstüne eser yazdı. Yayımladığı kitapların sayısı boyunu geçti. Sadece bu gayretinden dolayı ona himmet ve hürmet edilmesi gerekir. Üstelik onun ulûm ve fünunun her şubesi hakkında dahi tahkikatı ve tetkikatı, bildiği her şeyden kendi milletini ve bütün Müslümanları faydalandırmaya çalışması ne kadar mukaddes bir iştir.

Bir zamanlar bana merhum Şeyh Cemaleddin-i Efgânî Hazretleri, ‘İlim ve marifet karşısında diz çöküp hürmet göstermeyen milletin âkıbeti hüsrandır. Böyle bir millet yaşayamaz, çünkü yaşamaya layık değildir’ demişti. Mithat Efendi’nin cenazesinde bu sözleri hatırladım. Türklerin Rumeli’de, Trablus’ta, Yemen’de yenilmelerinin en büyük sebeplerinden biri bu. Yani kendilerine hizmet eden insanları takdir etmemeleri ve âlimlerine hürmet göstermemeleri imiş. Böyle devam ettikçe, bunlar daha çok yenilirler dedim.”

Sadece Ahmet Mithat Efendi mi, büyük İslam âlimi Ahmed Naim (Babanzade) Efendi de böyle hazin bir ölümle bu fani dünyayı terk etti. Kabri de, aziz dostu Mehmet Âkif’in bitişiğinde bulunuyor.

Milli Eğitim tarihimizin seçkin isimlerinden merhum Muallim Cevdet de, “Müderris Ahmed Naim” ismiyle 1935’de yayımladığı kitabda bu hüzün sahnesini dile getiriyor ve şöyle diyor: Gazeteler onun ölümünü sadece bir iki satırla haber verdiler. 14 Ağustos 1934’de biz kendisini, Fatih Camii’nden alıp Edirnekapı’daki ebedi istirahatgâhına götürürken cenazede sekiz on dostundan başka kimse yoktu.

Çün sefer kıldı cihandan Mustafâ

Dünyadan hiç kimse ummasın vefâ

Süleyman Çelebi

Yazar: Dursun Gürlek