“Allah, kalbi kırıklarla beraberdir”

“Allah, kalbi kırıklarla beraberdir”

“İnsan böyledir” demişti o pirifâni bana bir keresinde. Ta derinden kavramıştım ne demek istediğini. Yıllar sonra dün aklıma düştü yine o iki kelime. Bir ayeti, bir mezar taşının üzerinde görünce yani: “Kudret isteyen kimse bilsin ki kudret, bütünüyle Allah’ındır.”

Şöyle diyen insanlara rastlamışsınızdır mutlaka: “Ben aslında sadece insanlara faydam dokunsun diye istiyorum kudret, güç, para, makam, mevki sahibi olmayı.”

“İnsanın kendisini kandırmasının yolu türlü türlüdür” demişti bana aynı pirifâni, “en kötüsü de hayırlı bir iş için tehlikeli bir yolu benimserken kandırmasıdır, kendini.”

Ben de ona, küçücük aklımla, İbn Arabi’den bir cümle nakletmiştim: “Akıllı insan, kalbine gelen düşüncelerin hangisinin Allah’tan, hangisinin nefsinden veya melek ya da şeytan güruhundan geldiğini ayırt edebilen kişidir.”

“Akıl” demişti gülümseyerek, “akıl sadece fark bilgisi için, siz şimdilerde nasıl söylüyorsunuz, farkındalık için lazım gelir insana. İyiyi kötüden ayırmakla olmaz sadece bu fark bilgisi. İyiyi kötüden çocuklar da ayırır. Hatta onlar bizden çok daha iyi ayırır. Asıl fark bilgisi, dünyayı ve içindekileri yerli yerine koymakla, koyabilmekle olur.”

“Nasıl” diye sormuş bulundum. “Çok mu seviyorsun sen İbn Arabi’yi?” oldu cevabı. “Severim, ‘insanın idraki, idraksizliğini idrak ile başlar’ cümlesini duydum duyalı çok severim” dedim ben de.

“O halde sana bir İbn Arabi cümlesi daha söyleyeyim de tefsir et kendince” dedi bu sefer de, “ama önce akıl dediğimiz fark bilgisine dair bir şey diyeyim sana. Akıl, insanı tedbir almaya yöneltir her zaman. ‘Bunu yaparken aklın neredeydi?’ diye sorarız bize göre yanlış bir şey yapan birini gördüğümüzde. Akıl daima sükûnete davet eder insanı. Kalp ise taşkın bir nehir gibi, seni kendisine katıp sürüklemek ister. Meczupta akıl yok sanırsın. Oysa meczubun aklı hepimizden fazladır. Sükûneti bir kenara bırakmanın asıl akıllılık olduğunu bilir çünkü o. Tedbiri terk edip ateşe düşmeden aklın başa gelmeyeceğini sezer. İnsan, ne denli meczuplaşırsa o denli akıllanır. Ölüm mukadder iken Kâinatın Efendisi vakit kazansın da Mekke’den Medine’ye göçebilsin diye O’nun yatağına yatan Hazreti Ali, bizim en akıllımız değilse kimdir aklı başında olan?”

Lafın nereye gideceğini merak ettiğimi anlamış olmalıydı. Uzatmadı: “Gerçekten akıllı kişi bu yangın yerinde yangının sahibinden başkasında bir kudret, bir güç olmadığını bilir evlat. Hazreti Ali için o gecenin sabahına çıkmamakla sabaha hâlâ nefes alıp veriyor olmak bütünüyle aynı olduğu için en akıllımız o. Ya biz? Biz başımıza gelip duran şeyler için mızmızlanmaktan başka ne yapıyoruz?”

“İbn Arabi diyordunuz?” dedim.

“Evet, İbn Arabi. Akıllı biri. İkimizden de akıllı. Cümlesi şöyle evlat: Allah, kalbi kırıklarla beraberdir. Duymuş muydun daha önce?”

“Duymuştum, ama üzerinde çok da düşünmediğimi fark ettim siz yeniden hatırlatınca” oldu cevabım. “O halde şimdi düşün ve söyle bana, nedir kalbi kırıklık?”

Zor ve beklemediğim yerden bir soruydu bu. Biraz tavanı seyrettim, boğazımı temizledim vakit kazanmak için. Ardından cesaretimi toplayabildim.

“Kalbi kırıklık” dedim, “aşka düşende olur efendim. İlk kalbi kırıklar, babamız Âdem ile annemiz Havva’dır. Hem de onların kalplerinin kırıklığı iki türlüdür. Birincisi, cennetten uzaklaşmış olmanın kırıklığı ki az buz bir kırıklık değildir. Cennet denen muazzam güzellikten dünya denen çöle savrulmanın kırıklığı ile başa çıkmak çok zor olmuştur ikisi için de. İkincisi de babamız Âdem ile annemiz Havva’nın birbirlerini sevip dururlarken, aşka düşmüşlerken birbirlerinden ayrı kalmalarının getirdiği kırıklıktır ki cennetten kovulmak mı, aşktan uzak düşmek mi daha zor, bilemedim.”

Gülümsemişti pirifâni. Bu, cevabımı beğendiği anlamına geliyordu.

“Düşmek lazım evlat” dedi, “düşmezsen o kırıklık seni bir türlü sarıp sarmalamıyor. Ne tuhaf? Aslında kırılma deyince aklımıza bir acı, bir dağılma, bir zorluk geliyor ancak insanı olgunlaştıran, insanın aklını akıl haline getiren şey kırıklıktan başkası değil.”

Yazar: İsmail Kılıçarslan