Bayram havası

Bayram havası

I.

Bir akşam vakti, Saraybosna’nın kenar mahallelerinden birinde, İbrahim Begova Camii’ndeyiz. Ezan okunmak üzere. Avlu kapısının girişinde karşılaştığımız yaşlıca bir zat, arkadaşımla sohbetimize birkaç saniye kulak verdikten sonra, bana dönüp Boşnakça bir şeyler söylüyor. Aramızda ortak bir dil bulunmadığından anlaşamıyoruz, ama epey ısrarcı, meramını anlatmak için çabalıyor. Sonunda eliyle “tüh!” anlamına gelecek bir işaret yaparak, ezanı okumak üzere yanımızdan ayrılıyor. Meğer caminin müezziniymiş kendisi.

Namaz bitiminde, cemaate katılan Prizrenli bir teyzeyle tanışıyoruz. Dupduru bir Türkçe, tavrıyla da tam bir Osmanlı. Camiye girişte müezzinle yaşadığımız durum aklımdan çıkmadığından, “Teyze, bir sorar mısın kendisine, ne diyormuş?” ricasında bulunuyorum. Cevap, içimde hâlâ bir pişmanlığa işarettir:

“Türkiye’den geldiğinizi fark edince, ezanı sizin okumanızın yakışık alacağını düşünmüş, size ezanı teklif etmiş. Anlaşamayınca da üzülerek kendisi okumuş.”

II.

Yemenli tarihçi Dr. Ali Cârullah’la San’a’daki Osmanlı eserlerinin peşindeyiz. Sokak sokak, uğramadık köşe bırakmıyoruz. Nihayet eski bir medresenin önüne geldiğimizde, kapıyı kapalı buluyoruz. Dr. Ali içeriye bağırıp bekçiye sesini duyurmayı başarıyor. Bekçi yavaş adımlarla geliyor, ama kilidi açmak konusunda çok isteksiz. O zamana kadar son derece halim-selim bir üslupla mekânları anlatan Dr. Ali aniden celâlleniyor ve bekçiyi adeta yakasından tutup sarsarak bağırıyor:

“Sen kimsin? Burası, bunun dedelerine ait. Aç kapıyı!”

Bekçi kendine geliyor, kapı hızlıca açılıyor. İçeri girerken, Dr. Ali’nin benim şaşkınlığıma bakarak -doğrusu hem bu üslubu beklemiyordum hem de işe yarayacağından hiç emin değildim- tebessüm ettiğini görüyorum. “Ama öyle” diye ekliyor, “Bunu hatırlatmak lazım!”

III.

Marâkeş’in merkezindeki meşhur Câmiu’l-Fenâ Meydanı’nı ve şehrin tarihî mahallelerini mükemmel şekilde izleme imkânı veren Kutubiyye Camii’nin ihtişamlı minaresine çıkmak istiyorum, ama nasıl? Kaldığım otelin resepsiyonundaki çocuk, formülü söylüyor: “Müezzini bulup kendini tanıt, sana kapıyı açar.” Bu kadar kolay olabileceğine inanmak istemiyorum önce, ama denemeye değer elbette:

İkindi namazının farzı bitince, imamın hemen arkasında duran müezzine sokuluyorum. “Efendim ben Türkiye’den geldim, minareye çıkmak istiyorum, mümkün mü acaba?” 70’li yaşlardaki beyaz sakallı zatın yüzü aydınlanıyor “Türkiye” ibaresini duyunca. “Cemaat çıkıncaya kadar bekle, avludan geçeceğiz” diyor. Söylediğini yapıyorum. Önce caminin kapısını içeriden kilitliyor, sonra beni alıyor ve minarenin girişine götürüyor. Anahtarı çevirip “Buyur, yukarıda dilediğin kadar kalabilirsin. İnince bana haber ver” diyor.

Tarihi ta 1000’li yılların başına kadar uzanan Kutubiyye’nin minaresinden Marâkeş’i temaşa ederken, “Türkiye” kelimesinin itibarı ve gönüllerdeki yeri tüylerimi diken diken ediyor.

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimin ikinci turundan zaferle çıkmasının ardından İslâm dünyasının dört bir yanından yükselen sevinç çığlıklarını, kutlamaları, düzenlenen konvoyları, şükür secdelerini ve gözü yaşlı duaları izlerken, aklımdan -yukarıda sadece üç tanesini zikrettiğim- nice hatıra geçti. Tüm bu sahneleri sırf “siyaset”le açıklamak imkânsız. “Erdoğan’ın anlamı” kendi şahsını da aşarak, artık tarihe ve coğrafyaya mal olmuş bulunuyor.

Karşımızda bir zamanlar Arap sokaklarında Cemal Abdunnâsır’ın sahip olduğu popülariteyi fersah fersah geride bırakan, İslâm beldelerinin son 200 yıldır tecrübe ettiği nice hezimet ve geri çekilişin telafisi gibi tasavvur edilen, seçim zaferi adeta Müslümanları boğmaya çalışan bütün cephelerle hesaplaşma şeklinde algılanan bir sembol duruyor. Bu, sadece şimdi bizim şahit olduklarımız. Bir de tarihin yazacakları ve geleceğin akademisyenlerinin çalışacakları var.

***

İslâm coğrafyasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsında mücessem hale gelen “dava”ya ve insanların samimiyetlerine baktığımda, omuzlarıma bir ağırlık çöküyor. “O hüsnüzanlara, beklentilere ve umutlara lâyık olabilecek miyiz?” sorusunun eşlik ettiği bir ağırlık…

Herhalde, bu seçim sonuçlarının hepimize yüklemesi gereken temel sorumluluk da bu: Mazlum ve garibanların umutlarını boşa çıkarmamak için gayretlerimizi yoğunlaştırmak, coğrafyamızı daha derinden ve yakından tanımak, Müslüman toplumlar arasındaki iletişimi güçlendirmek, saflarımızı sıklaştırmak ve hiç durmadan çalışmak…

Yazar: Taha Kılınç