İran-Pakistan denklemi

İran-Pakistan denklemi

Dünyânın belli bir coğrafyasında yaşanan ve savaşa kadar giden istikrarsızlık ve çatışmaların yayılma potansiyeli nedir? Bu soruya umûmiyetle, biraz da kolaycılık üzerinden çevresel cevaplar verilir. Bu tahminler veyâ öngörüler doğru da çıkabilir. Lâkin bunu değişmez bir kâide gibi görmemek gerekir. Jeopolitik tetiklemelerin tesirleri her zaman bu kadar dar değildir.
Şimdi düşünelim: 1990’ların başından başlayarak Sovyet Bloku’nun çöküşünü tâkip ettik. Bunun Doğu Bloku’nun içine doğru çöküşü olarak algıladık. Hâlbuki bugün anlıyoruz ki, çöküşün merkezî dinamikleri esâsen, Doğu’da değil Batı’daymış. Çünkü Dünyâ Sistemi’nin bütünlüğü içinde hem Batı hem de Doğu, bürokratik kapitalist örüntünün farklı modellerini tatbik etmekteymiş. Çöküşün Sovyetler’de başlamış olması devletçi-bürokratik kapitalizmin en katıksız ve kırılgan örüntüsünü oluşturmasıyla alâkalıymış. Çernobil çürümenin Doğu’daki sembolü ise, daha ucuz atlatılmakla berâber Minnesota’daki nükleer sızıntı da onu Batı’daki eş değeridir. Bugün pek çoğu kullanılmaz hâle gelen ve bir türlü yenilenemeyen ABD alt-yapı sisteminin ürettiği manzaralarla, Sovyet alt yapısının 1990’lardaki manzarası arasında bir fark yoktur. Fark sâdece zaman farkıdır. Batı, 1980’lerden başlayarak kendi bürokratik kapitalizmin kurumlarını, Hayekçi, Buchanancı, Laingci tezlerle ve Thatcher, Reagan gibi liderlerin öncülüğünde dağıtmaya girişmişti. Bir bakıma Sovyetler’i yıkan tehlikelerin aslında kendi zeminlerinden geldiğini ve er geç kendilerinin de vuracağını görmüşlerdi. Tabiî ki beceremediler. Üstelik işleri daha beter hâle getirdiler. Bugün neoliberallerin 1990’lardaki havasını devâm ettirebildiklerini kimse söyleyemez.

Benzer manzarayı savaşların yayılma süreçlerinde de görüyoruz. I.Umûmî Harbe giden yolda Balkanlar’da bir suikast ile başlayan savaşın, Sırbistan ve Habsburg’lar arasında kalacağını zannedenler çok yanılacaktı. İşin ucu Yemen’i bile tuttu. Benzer olarak 1939’da, Polonya’nın Nazi Almanya’sı tarafından işgal edilmesinin, milyonlarca insanın ölümüne yol açacak ve ucunun Afrika ve Pasifik’i bile tuttuğu korkunç bir hesaplaşmaya dönüşeceğini kim tahmin edebilirdi?

Bugün de aynı ihtimâller vârit. Rusya-Ukrayna savaşının Gazze’yi üreteceğini kim tahmin edebilirdi ki? Pek çoğumuzu Gazze savaşının en fazla Lübnan’ı tetikleyeceğini, Sûriye ve Irak’a doğru yayılacağını, İran-İsrâil hesaplaşmasına doğru evrileceğini düşündük. Ama öyle olmadı. Birden Bab-el Mendeb karıştı. İşin içine Yemen dâhil oluverdi. Arkasından Kızıldeniz dünyâ ticâretine kapanıverdi.

İran’a karşı İsrâil ve ABD’nin baskıları hızla arttı. Bunun bir danışıklı dövüş olduğunu yazdım. Irak ve Sûriye’de İran’a bağlı kuvvetlerin önde gelen isimlerine seri sûikastlerin haberleri geldi. Yetmedi; sıkışan ve savaşa dâhil olmamak için kırk canbazlık yapan İran’ı, Kâsım Süleymanî’nin anma törenindeki sabotajla en son içinden vurdular. DAEŞ sabotajı üstlendi. Ama İran, pek çok çevre için tuhaf bir çıkışla, bir hafta evvel berâber deniz tatbikâtı yapmış olduğu “dost ve kardeş” olarak târif ettiği Pâkistan’ı vurdu. Pâkistan da buna mukâbil İran’ı vurdu. Hikâye İngiliz aklının eseri olarak, coğrafyası siyâseten İran, Pâkistan ve Afganistan arasında dağılmış Belûcistan olarak bilinen bir topraklarda yaşandı. Tablo hakikaten de tuhaftı. İran, Pakistan Belücistan’ında konuşlanmış ve kendisine karşı savaşan Ceyş-ül Adl’i; Pakistan ise, İran Belücistan’ında konuşlanmış ve kendisine karşı savaşan Beücistan Kurtuluş Ordusunu vuruyordu. Birden gündem değişti. Nasıl Gazze Ukrayna-Rusya savaşını unutturduysa, Pâkistan-İran gerilimi de Gazze’yi unutturdu. İran ve Pâkistan Çin ile yakın ilişkiler kuran iki devletti İran’ın başvurusu kabûl edilmiş ve BRICS’e üyeliği kesinleşmişti. Pâkista da aynı yolun yolcusuydu. Tabiî ki araya girildi ve gerilimin savaşa dönüşmesine mâni olundu. Ama dökülen su toplanmıyor. Artık bu coğrafyada da bir yırtık oluştu.

Bütün bu jeopolitik gelişmeleri dünyâ ticâret şebekeleri üzerinden değerlendirmek gerekiyor. Atlantik kuvvetlerinin birincil derdi, Baltık’da tam kontrolü sağlamak, buzların erimesiyle berâber yeni bir ticâret yolu oluşturan Kutup bölgesinde, Rusya’yı bertaraf edip Çin’in lojistiğini kesmektir. İkinci olarak AB-Rusya ekonomik ve enerji hattını koparmaktır. Rusya’nın bunca sıkıştırılmasının esas sebebi budur.

Şimdi sürecin Ortadoğu’yu tutan tarafına bakalım. OPEC’de, Atlantik’in hilâfına Rusya ile iş tutan; Çin ile yakın ilişkiler kuran, Abraham anlaşmasına görece mesâfeli duran, Pâkistan ile ekonomik ilişkilerini derinleştiren ve nihâyet Çin’in araya girmesiyle İran ile yumuşayan Suudi Arabistan’ı hizâya getirmek istediler. Hâsılı, bunun derininde Çin-Pâkistan-Suudî Arabistan üzerinden gelişen bir hat var. İran’ın durumu son derecede çarpıcı. Herkes İran’ı Çin ile anlaşıyor zannederken, İran, Gwadar limanına râkip olacak ve Hindistan’ın kontrolündeki Çabahar Limanını yükseltti. Yâni İran ikili oynuyor. Çin’e karşı Batı ile yakınlaşan Hindistan’a daha yakın duruyor. Buradaki kümelenme ise Hindistan-İran ekseninde şekilleniyor ve çok tuhaf bir şekilde batıda İsrâil ve Ermenistan’a eklemleniyor. Yâni, Çin ile rekâbet eden ve Atlantik’e yakınlaşan Hindistan jeopolitikası, Ortadoğu’da kan dâvâsı güden İsrâil ve İran’ı buluşturuyor. Son G-20’de açıklanan Hindistan ekonomisini Hayfa Limanı ile buluşturan ticâret Yolu, Çin’in Ortadoğu açılımlarını budayarak ilerliyor ve târihin cilvesine bakın ki İran’ı da kapsıyor. Buradaki kümelenmede Ermenistan ve İran işbirliği yüksek derecedeki Hindistan desteği ile gelişiyor. Bu, Çin’in Orta Koridoru’na bir darbe aslında. Irak’ın karıştırıştırılmasının ise arkasında Çin’in olduğu Kalkınma Yolu’nu çöp etmek için olduğunu unutmamak lâzımdır. Hâsılı Pâkistan-İran gerilimini gelişen Atlantik-Hindistan ittifâkının Çin’e vurması olarak değerlendirmek çok da abartı sayılmamalıdır. Meselenin Türkiye’yi tutan tarafları ise ayrı bir yazıyı hak ediyor.

Yazar: Süleyman Seyfi Öğün