Göçebe toplum'dan İslâm'a gebe yeni bir dünyaya..

Göçebe toplum'dan İslâm'a gebe yeni bir dünyaya..

Göç kavramının mahiyeti de, tarifi de değişiyor hızla..

Göç kavramı, köklü anlam değişiklikleri geçiriyor son beş asırdır.

Göçebe toplumlardan yerleşik toplumlara, oradan Avrupalıların bilimsel devrimleri, keşifler çağı serüvenleri, sömürgecilik ve emperyalizm tecrübeleri, kapitalizmin küreselleşmesi ve küreselleşmenin bütün sınırları yok etmesiyle küresel gerçeğe dönüşen sanal göçebelik hayatı yaşayan insanlara geçiş süreci çok travmatik oldu...

Önceden toplumlar yer değiştiriyordu: Mekânda gerçekleşen bir yolculuk eylemiydi göç olgusu.

Bugün göç olgusu, artık zihinsel olarak gerçekleşiyor; mekânı bile yok edecek, mekân duygusunu, aidiyet bilincini buharlaştıracak niteliksel bir dönüşüm gerçekleşiyor göç olgusunun kendisinde...

Ancak göç olgusunun kendisinde yaşanan bu niteliksel değişim, bütün insanlığı niceliğin, araçların hükümran olduğu, anlamın anlamsızlaştığı, değerin değersizleştiği, hayatın çölleştiği hakikat fikrinin yitirildiği, güçlünün haklı olarak görülebildiği darwinyen orman kanunlarının hükmünü icra ettiği kaotik bir felâketin eşiğine fırlatıyor bütün insanlığı...

KÜRESELLEŞME SÜRECİ: ÖLÇEK BÜYÜDÜ AMA UFUK DARALDI!

Küreselleşme sürecinin bütün dünyada hissedildiği bir zaman diliminde yaşıyoruz...

Küreselleşme sürecini, ölçek büyümesi ama ufuk daralması olarak tanımlayabiliriz: Evet bir ölçek büyümesi var: Ekonomik sınırlar, kültürel sınırlar, zihnî sınırlar ortadan kalktı: Paul Virilio'nun yerinde tanımlamasıyla “coğrafyanın sonu”nu yaşıyoruz.

Sadece coğrafyanın sonunu değil, mekân duygusunun, geçmiş ve gelecek zaman duygusunun iptal edilmesi, zamanın tek bir zamana, genişletilmiş bir geniş zamana hapsedilmesi, zamanın sadece buradan ve şimdi'den ibaret hâle gelmesiyle birlikte tarih duygusunun, dolayısıyla zaman fikrinin de problemli hâle geldiği ontolojik bir ufuk daralması olgusuyla karşı karşıyayız.

Ölçek büyüyor ama insanın ufku da, dünyası da daralıyor: İnsan, sadece hızın, hazzın ve ayartanın peşinde koşturan insanaltı bir varlığa dönüşüyor, nefs-i emmaresi'nin, kötülüğü emreden nefsinin arzularının kölesi hâline geliyor... Bu da, dünyanın orman kanunlarının hükümfermâ olduğu yeni-barbarlık biçimlerinin arenasına dönüşmesini kolaylaştırıyor...

BENZERİ GÖRÜLMEMİŞ BİR MODERN BARBARLIK

Bir açıdan bakıldığında ontolojik bir felâkete dönüşen küreselleşme süreci, modernite sürecinin nihâî aşaması ve mantıkî sonucudur.

Modernite projesi, insanın tanrılaştırılması çabasıdır: Heidegger, bu gerçeği, “insanın her şeyin ölçüsü ve ölçütü katına yükseltilmesi” olarak tanımlar.

Tanrı fikrini yitiren modern insan, elbette ki, tanrılaşma açmazına soyunacaktı. Modern insanın tanrılaşma açmazına soyunmasını, modernliğin kurucu düşünürü Descartes, “tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız” diyerek hem izah etmiş hem de meşrûlaştırma yoluna girmişti.

Modern insanın tabiatın efendileri ve hâkimleri olma çabasına soyunması, insanlığa çok pahalıya patladı: Neredeyse bütün kıtalar ve bütün denizler sömürgeleştirildi: Toplumlar, yerlerinden edildi, kitleler hâlinde katledildi: Avrupa'nın nüfusunun 31 milyon olduğu 16. yüzyılda sadece Latin Amerika kıtasında 20 milyon insan katledildi; Latin Amerika'daki derinlikli medeniyetlerin kökü kazındı, tarihe gömüldü.

20. yüzyıla gelindiğinde, yerinden edilmeyen, kültürleri tarumâr edilmeyen toplum kalmadı dünya coğrafyasında!

19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarına denk gelen yarım asırlık zaman dilimi içinde, Balkanlar'daki halklar hallaç pamuğu gibi savruldu, 300 bin Müslüman katledildi; Balkan Müslümanlarının geri kalan kısmı Anadolu coğrafyasına sürgün edildi.

Benzer barbarlık biçimleri, Kafkaslar’da, Orta Asya’da da, Hindistan’da da, Afrika kıtasında da yaşandı.

Bütün bu barbarlıklar, katliamlar ve sürgünler, “uygarlaştırma misyonu” ile yapıldı, meşrûlaştırılmaya çalışıldı.

GÖÇEBE TOPLUM VE MEKÂNIN BUHARLAŞMASI

20. yüzyılın son çeyreği ile 21. yüzyılın ilk çeyreği, tam yüzyıl öncesini andırıyor adeta.

Bu kez, Bosna'da katliam yapıldı, Batılı BM askerlerinin gözetiminde.

Irak'ta 1,5 milyon insan katledildi, Irak'ın beyni yok edildi, arkeolojik hafızası yerle bir edildi! Irak içinde kitlesel göçler ve Irak dışına göçler ve sürgünler yaşandı... Bütün bunlar da, “Irak'a de demokrasi getireceğiz” denilerek yapıldı.

Son olarak Suriye'de yaşanan katliamlar, Suriye nüfusunun yarıya yakınının iç savaştan ve katliamlardan kurtulmak için ülkeyi terketmek zorunda kalması, göç kavramının ve olgusunun nasıl barbarca bir niteliğe büründüğünü göstermeye yetiyor olsa gerek.

Örnekleri uzatmaya gerek yok.

Dünya, bir yandan katliamdan kurtulmak için göçe zorlanan onlarca toplumun sürüklendiği felâkete tanıklık ederken, öte yandan da, göç kavramı ve olgusunda yaşanan bambaşka bir olguya, göçün ontolojik geçirdiği köklü dönüşüme tanıklık ediyor.

Göçebe toplum kavramı, tarihe karıştı artık: Mekân duygusunu, aidiyet şuurunu yitiren sanal bir dünyada göçebe olarak yaşayan daha doğrusu sanal dünyanın labirentlerinde oraya buraya yuvarlanan kimliksiz yığınlardan oluşan, ruhu çalınmış bir “dünyasız insan” ve “insansız dünya”yla karşı karşıyayız.

TARİH, BİZİ BEKLİYOR…

İnsana yerini, konumunu, kimliğini, ruhunu armağan eden emaneti üstlendiği şuuruyla yaşayan, insanlığın yükünü omuzlarında taşıma şuurunu koruyan tek insan tipi Müslüman İnsan'ın önü alabildiğine açılıyor aslında.

Tam da İslâm'ın hayata değen hakikatinin insanlığa yeniden hayat sunacak ilkelerine bütün insanlığın ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği bir ontolojik felâketin eşiğinde nefes alıp verme savaşı, insan kalma, insanca bir hayat sürdürme mücadelesi veriyor bütün insanlık...

Farkında mıyız bunun acaba?

Dünya İslâm'a hiç bu kadar gebe kalmamıştı!

Ama öte yandan da İslâm'a bu kadar saldırıldığı, Müslümanların da dünyanın da İslâm'a ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği gerçeğini görebilmelerinin bu kadar zorlaştığı zaman dilimi yaşanmadı tarihte.

Dünyanın nereye gittiğini, nasıl bir ontolojik yok oluş felâketinin eşiğine sürüklendiğini kavrayabilirsek ve İslâm'ın bize yüklediği emaneti bihakkın taşıma şuuruna kavuşabilirsek, gelecek İslâm'a dünden daha fazla gebedir.

Küre ölçeğinde yaşanan bu hem sosyo-kültürel göç hem de ontolojik sanal göçebe hâlini ancak o zaman insanlığın kendine gelebileceği, âdil bir dünyanın kurulması imkânına dönüştürebiliriz Allah'ın (cc) lûtfu ve keremiyle...

Yazar: Yusuf Kaplan