Mânalı hayat

Mânalı hayat

Memleketin kuş uçmaz, kervan geçmez; dağ başında bir köyünü düşünün.

Hani o kar yağınca yolları kapanan köylerden birini.

Bu köyün okulunu düşünün.

Bir türlü öğretmen gelmeyen, kazara gelse bile üç aydan fazla kalmayan okulunu.

Okulun akan damını, kırık camını, yanmayan sobasını, tütmeyen bacasını falan hayal edin.

Hani ne diyorlar, tam bir mahrumiyet bölgesi. Etrafta ne ot var, ne ağaç.

Adamlar orada yaşıyorlar işte, belki de asırlardır oradalar. Yahu kardeşim, memlekette başka yer mi kalmamış; daha verimli, daha müsait bir yere yerleşmiş olsalardı ya! Böyle demeyin.

Bu köye bir öğretmenin geldiğini düşünün (Bay, bayan fark etmez demeyin; bazen bayanlar baylardan dayanıklı çıkıyor).

A,a...

Bu öğretmen geldiği gün “Ulan ben nereye düştüm böyle, cehennemin bir ucuna mı” diye tırsarak hemen o gün sağa sola telefonlar yağdırıp buradan bir an önce kaçmanın yollarını aramasın.

Kendisine kucak açan, ekmeğini bölüşen, suyunu taşıyan, “Bir ihtiyacın olursa çekinme öğretmenim, elimizden ne gelirse yaparız evelallah, yeter ki sen burda kal” diye ricalarda bulunan köylü ile kaynaşıversin (Yeni bir Çalıkuşu hikâyesi yazmıyoruz, dikkat isterim).

Bu öğretmen kolları sıvasın, önce şu akan damı aktarsın. Mektebin kapısını, camını onarsın (Nasıl onarıyor hocam, hayal kurma hangi parayla).

Ha, işte zurnanın zırt dediği yer. Zoru gördü mü yüzgeri etmeyeceksin, bulup buluşturacaksın, şehre kasabaya ineceksin, valiye, kaymakama çıkacaksın, hayır sahiplerinin kapısını aşındıracaksın. Ne demişler: Emeksiz yemek olmaz, kıç ıslanmadan balık tutulmaz. Elbet bunca gayretin karşılığı, bu samimiyetin bedeli vardır. Zaten buna inanmayan adam oturduğu yerde kalır, adım atmaz.

O kış ilk kez odun-kömür alınmış; soba yanmış, çocukların yüzü gülmüştür.

İş çoktur. Yeter ki yapan olsun.

Okulun tuvaleti yetersizdir, belki de hiç yoktur. Öğretmen köylüleri, çocukları harekete geçirip, en başta kendisi kazmayı küreği kapıp işe girişiversin. Tuvalet bitince, okulu bir baştan bir başa badana-boya yapsınlar, öyle ki çiçek gibi olsun bina.

Ardından sıralar, masalar elden geçsin, tahtalar boyansın.

Bu okulda muhtemelen ne harita, ne araç-gereç vardır; onlar temin edilsin.

Yayınevlerine mektuplar yağdırılsın, kitaplar istensin (Bana haftada birkaç tane böyle mektup geliyor).

Okula bir iki kitaplık yapılsın. Diyelim öğretmen eli iş tutan bir yarı-marangoz köylü ile bu rafları kendisi kotarsın. Çocuklar ders kitapları dışında da kitap okumaya alışsınlar.

Gayretli öğretmenimiz ki (Bazıları bunu süpermen diye tîye alabilir) bütün bunları yaptıktan sonra mektebin etrafından itibaren köyün münasip mekânlarını ağaçlandırmaya başlasın.

Uzatmayayım. İşte gördüğünüz gibi idealist bir çocuk bu. Kendini işine, memleketine, bu milletin çocuklarına adamış. Yaz günleri kendi yaşıtı gençler sahillerde, deniz, güneş ve kum cennetlerinde her türlü zevk peşinde, aşk peşinde koşarken (hayat bu mu) o, terin-suyun içinde bir küçük sebze bahçesi kurmakta; genç ömrünü böyle tüketmektedir (var böyleleri, bu yüzden arada bir gazetelere haber diye geçiyorlar).

Türkiye’nin ihtiyacı olan bu heyecan, bu idealdir. Bulunduğu yere bir fidan dikip onu yeşertmektir. Helalinden kazanmak, hayra hizmet etmektir (Böylesi bir ideal ve heyecan ülkede adaletin her noktada tecellisi ile vücut bulur. İşin maddî cephesi bu çerçevede ele alınmalı. Adaletin olmadığı bir düzende idealden dem vurmak zordur). Bu öğretmeni salak, keriz; vatanseverliği, çalışma ve hizmet aşkını, alın terini beyhude bulanlar; mânalı bir ömrü elinin tersi ile itenlerdir.

Maneviyat eksikliği hayatın mânasını meçhul bir mekâna fırlatır. Ve biz onu edebiyyen kaybederiz. Hayat bütün parıltısı, şaşaası, zevki, hızı, hazzı ile geçse bile sonunda sası bir sıkıntı bırakır. Sebebi meçhul bir boşluk ki çaresi yoktur. Her nerede olursak olalım, hangi işi tutarsak tutalım bu boşluğu ancak mânalı bir hayat doldurabilir.

Mâna aramayan, maddeyle beslenenlere şifa dilemekten başka yapacak bir şey yok (4 Ekim 2018, Bizim Sivas gazetesi).

Yazar: Mustafa Kutlu