‘Nuke’ Türkiye!’den Almanya’nın nükleer silah tehdidine

‘Nuke’ Türkiye!’den Almanya’nın nükleer silah tehdidine

Türkiye’nin Batı ile mücadelesinin tamamlanmadığı hatta giderek şiddetlendiği çok daha bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Şiddet ifadesi hem sıcak çatışma durumunu hem de rekabetçi karşıtlığı göstermektedir. Mücadelenin şiddetleneceğini ve kapsamının genişleyeceğini söyleyebiliriz.

Çok kısa bir zaman öncesine kadar Batı Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin bugün olduğu gibi neredeyse bütün dünya ile savaşa tutuşmaya istekli görüneceğini söyleseler herhâlde kimse bunu kolonyalizm döneminden kalma “uygarlık misyonu” ile bağdaştıramazdı. Fakat bugünkü şartlarda Ukrayna Savaşı örneğinde olduğu gibi hem bütün dünyayı etkileyebilecek büyük bir savaşı körüklediler hem de kendilerinin de bu büyük savaşa hazırlık yaptıklarının altını çizdiler. İngiltere Genelkurmay Başkanının tekrar Avrupa’da savaşmak durumunda kalacaklarını söylemesi bu açıdan oldukça önemlidir. Aynı şekilde Almanya Genelkurmay Başkanı da NATO ülkelerinin nükleer silah kullanmaya hazır olması gerektiğinden bahsetti. Peki, bu sözler barbarlara karşı mı söylendi yoksa geçmişte uygarlık misyonu ile bütün dünyanın Batı Avrupa milletlerinin yönetimi altına girmesini mi kastetmişlerdi? Yani Batı, bütün dünyaya “ya benimsin ya da toprağın” mı diyor?

Bu sorulara cevap bulmamız oldukça önemlidir. Sağlıklı bir cevap bulmak için önce bu iki ülkenin genelkurmay başkanlarının ve ABD’li yetkililerin, kimleri ve hangi ülkeleri karşılarına aldıklarını belirlememiz gerekir. Türkiye’de liberal muhafazakârların göstermeye çalıştığı gibi “uygar Batı dünyasının demokratik ve özgürlükçü değerleri” ile karşıtları arasındaki bir mücadeleye mi odaklanmalıyız yoksa Türkiye’nin Batı ile mücadelesini her dönem yeniden zorunlu kılan temel karşıtlıkları mı tespit etmeliyiz? Kısacası bugünün barbarları kimlerdir? Batı yeniden “uygarlık misyonu” ile yola mı çıkıyor?

Almanya’nın nükleer silah tehdidini gündeme getirmesi Alev Alatlı’nın ‘Nuke’ Türkiye! adlı romanını hatırlatıyor. Roman doksanlı yıllarda da hakkıyla tartışılmamıştı. Bugün nükleer silah tehdidi tekrar gündeme geldiği hâlde liberal muhafazakârların Batılı değerler adına yürütülen mücadelenin yol göstericiliğine devam etmeleri kuşkusuz anlamlı bir sonuçtur. En azından uygarlık misyonunun onların dönüşümünde ve konumlanmasında rol oynadığını söyleyebiliriz. Batı adına mücadele ettiklerinin farkında olduklarını ve bilerek taraf seçtiklerini söylememizde hiçbir sakınca yok. Daha dün diyebileceğimiz kadar kısa bir zaman önce Irak’ı hangi gerekçelerle işgal ve istila etmişlerdi? İngiltere ve ABD, devlet olarak bütün dünyanın gözleri önünde kimyasal silah yalanını ileri sürerek Irak’ı işgal ve istila etmişti. Aslında bütün bir Türk İslam coğrafyasını hedefe koyduklarını biliyorduk. Ama içeridekiler o zaman da Batı ülkelerinin yanında konumlanmıştı.

FETÖ’cüler kendi ülkesine savaş açtıktan sonra soluğu Batı ülkelerinde aldı. Diğerleri de Batı adına konuşmaya devam ediyor. Türkiye’nin Libya’daki varlığını sorgulayan ve “ne işimiz var orada” diyenlerle, Kafkasya Türklerinin Ermeni işgali karşındaki zaferine sevinemeyenlerin aynı çevreler olması, üzerinde durulmayı fazlasıyla hak eden bir sorundur. Batı ülkelerinin nükleer silah tehdidi ile bütün dünyanın karşısına çıktıklarını görüyoruz. Dün Irak’ı sahip olmadığı kitle imha silahları dolayısıyla mahkûm edenler ve her türlü cezaya müstahak görenler, Batı bütün bir insanlığı tehdit ettiğinde alkış tuttu. Fakat bizim bunu çelişki olarak tanımlamamız yeterli değildir. Peki, bu, gerçekten sorgulanmayacak bir konumlanma mıdır?

Türkiye’nin Batı ile mücadelesinin bitmediğini veya tamamlanmadığını vurguluyoruz. Bu, kaçınılmaz olarak içerideki grupların mücadelesinin de bir taraf lehine sonuçlanmadığını gösteriyor. Taraflar ve gruplar birbirine üstünlük sağlayabilecek bir konuma gelemedikleri gibi ideolojik grupların kendi içlerindeki mücadelede de bir sona ulaşılamamıştır. En azından İslamcılar ve milliyetçiler kendi içlerinde çok derin bir çatışma yaşamaktadır. Yerlilik ve millîlik eksenli fikrî hareketlerin evrenselci ve hatta açıkça küreselci çevrelerle mücadelesinin ilgi çekici olduğunu söyleyebilirim. Temel karşıtlığın kültürel üstünlük merkezinde şekillenmediği çok açıktır. Nükleer silah tehditlerinin savrulduğu bir ortamda, çatışma çok daha fiilî bir duruma karşılık gelir.

Klasik manada “Sol”un bu çatışmada nasıl bir tutum takınacağı ise oldukça önemlidir. Yoksa teslim mi oldular?

Yazar: Selçuk Türkyılmaz