Can eğlencesi

Can eğlencesi

“Can sıkıntısına ne iyi gelir?” diye sordu eczacıya müşteri. “Can eğlencesi” dedi cevaben eczacı gülümseyerek.

Can ne zaman sıkılır? Belki en çok huzuru arayıp bulamadığında... Muhtemel daralma ihtimallerini ortadan kaldıracak genişliklere ulaşamadığında... Kendini hayatın içinde koyacak, yumuşaklığına başını yaslayacak, sırtını dayayacak anlamlı bir yer bulamadığında... Şeylerin anlamlarıyla görünür halleri arasında inandırıcı bir yakınlık, bir irtibat, bir özdeşlik kuramadığında... Söylediği söz, o söze yüklediği ürkek anlam gidecek yer bulamadığında... Yeryüzünde içinin soğukluğunu giderecek kadar bir sıcaklık bulamadığında... İçinde biriken sıcaklıkla hiç kimseyi ısıtamadığında... Herkesin doğru sayıldığı yerde yanlış görünmekten kurtulamadığında... Herkesin yanlış olduğu yerde doğruya tutunup ayağa kalkamadığında... Herkesin gittiği tarafa gitmeyip, sonra gidecek başka bir yer bulamadığında... Gönlüne dokunan şeylere aynı şekilde uzanıp dokunamadığında... Noktanın konduğu yerlerde cümleleri, notaların sustuğu yerde şarkıları bitiremediğinde... Efkârı dağ olup biriktiğinde, sonra çığ olup üstüne yürüdüğünde... Bir şeyin aslını anlayamadığında ya da anladığında...

“Can sıkıntısının bir sesi vardır; bunu ancak, böyle bir zamanda, o gurbet odasında duyarsınız: Eski mobilyaların tahtalarını dişleyen gizli kurtların sürekli çıkardığı kemirici, işleyici ses... Birden eskiyiveren gönlünüzde bu kurdu ve bu sesi işitirsiniz ve oyduğu delikten incecik tozların içinize biriktiğini duyarsınız” diyor Refik Halid Karay, ‘Gurbet Hikayeleri’nden birinde.

Canı ne eğlendirir? Mesela sınırların ortadan kalktığı uçsuz bucaksız genişlikler... Sabahı ilan eden kuş cıvıltıları mesela... Ufukta beliren sıfır kilometre bir gün... Haykırmaktan imtina eden, fısıltıyla konuşmayı seçen bir iyilik... Bir çocuğun yüzünden bir başka çocuğun yüzüne atlayan bir gülücük... Bir çok yabancılığın içinde kendini gösteriveren bir aşinalık... Bir güzel sözü bir sıcak somun gibi bölüşen iki insan... Bir kelebeğin gelip usulca bir çiçeğe ilişivermesi... Bir duygunun öylece kaybolup gidecekken konacak bir dal buluvermesi... İnsanın, bir başka insanda kendinden bir şey görüvermesi... İçinin tıkanmış bütün damarlarının bir hayat nefesiyle bir anda açılıvermesi...

Hayatın cana can katan sevinçleri içinin dar geçitlerini aşamıyorsa tıkanırsın, hayat böyle!

Bir şeylere şöyle doyasıya, içimizden gelerek, sahici bir coşkuyla ve heyecanla sevinmeyi unuttuk mu diye sorası geliyor insanın bazen kendine. Neden böyle? Neden böyleyiz? Sevinmeyi neden unuttuk. Sevmeyi unuttuğumuz için olabilir mi?

“Terli bir gökyüzü, can sıkıntısı, ağır zaman/ İçine bağıran bir adam/ Nereye büyüyeceğini bilmeyen çocuklar” diyor ‘Bağbozumu Şarkıları’ndan birinde Şükrü Erbaş.

Can sıkıntılarından kaçmamalıyız belki. O can sıkıntılarını istikamet belleyip geriye doğru gidersek, canımızı sıkan şeylere varabiliriz. Orası can sıkıntılarımızın başladığı yerdir, yani canımız. Soralım canımıza, bizi sıkan ne? Vereceği cevap, muhtemel ki, kendimizi yeniden gürbüz bir şekilde büyütmeye en elverişli toprak!

“İnsanlar can sıkıntılarına çare arıyor sürekli” dedi beyaz saçlı adam, “oysa can sıkıntısı çarenin ta kendisi!”

Yazar: Gökhan Özcan